Tarihe bakış etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Tarihe bakış etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Eylül 2008 Pazartesi

Kafkas Havası -2-

99’da İstanbul’da Bill Clinton’un da hazır bulunduğu bir toplantıda, Baku-Ceyhan boru hattına Gürcistan’ın yanı sıra yeni ortaklar da katıldı; Türkmenistan,Kazakistan.(Kazaklar 1 yıl önce Türkmenler ise o toplantıda projeye müdahil olmuştur.)Projenin adı da, Baku-Tiflis-Ceyhan Boru Hattı olarak değiştirildi.Kararlar alınmasına rağmen, 2004 yılına dek bu projeyi yerinde saydıran Gürcistan’daki ahvâldir.Gül Devrimi, projeyi de güllük gülistanlık yapmıştır.2006’dan bu yana da çalışır.Ancak bu projenin geleceği hakkında ciddi şüpheler vardır.İlki, hiç kuşkusuz bu yazının da konusu olan Rusya’nın ,kendi çıkarları gereğince, Kafkaslardan gerginliği eksik etmemesidir.İkincisi ve belki daha önemlisi ise, Hazar’daki petrolde Azeri payının 90’ların başında tahmin edilenden çok daha az olması ihtimâlidir.Teknoloji ilerledikçe bu konuda çok daha açık neticelere ulaşılmaktadır.Zaten bu neticeler yüzündendir ki, Hazar’a kıyısı olan başka iki ülke Kazakistan ve Türkmenistan bu işe 90’ların sonunda dahil edilmeye çalışıldı.Ancak bu işte muvaffak olunamamıştır.

Adı ilk olarak “Şangay Beşlisi” olan ama daha sonra altıncıyı da aralarına aldıkları için, “Şangay İşbirliği Örgütü” olan bir oluşum var,1996 yılından bu yana.Çin Halk Cumhuriyeti,Rusya Federasyonu,Kırgızistan,Tacikistan,Kazakistan; kuruluş beşlisi.2001’de Özbekistan aralarına katıldı.Ve bugün, İran,Hindistan,Pakistan,Moğolistan gibi ülkeler de gözlemci konumundalar.Yani üyesi,gözlemcisi dahil şu 10 ülkeye baktık mı; zaten neredeyse bütün Asya kıtasını ve 2,5 milyonun üzerinde bir nüfusu görürüz..Ağustos 2007’de Putin, “tek kutuplu dünya düzeni kabul edilemez” derken kastettiği ikinci kutbun, bu örgütle yakından ilişkili olduğunu anlamak için âlim olmaya gerek yok. Olası bir “Yeni Nesil Soğuk Savaş” devrinde,kendi kutbunda yalnız kalmasının uzak bir ihtimâl olduğunu bilmesi de şüphesiz Kafkas’larda gönlünce at koşturabilmesinde önemli etkenlerden biridir.

İşte Gürcistan’a Ağustos ayında yapılan ve “Güney Osetya ve Abhazya”nın Rusya tarafından tanınmasıyla nihayete eren savaşın, temelindeki sebep-sonuç ilişkisi budur.Tabii sebep sonuç ilişkisini kurmak yeterli değil.Bir de gelecekte neler olabileceğini,bu devletlerin ve daha önemlisi küresel sermayenin alacağı konumu tahmin etmek,Ukrayna-AB ve NATO ile arasındaki Rusya’yı gıcık eden yakınlaşmayı dillendirmek ve detaylandırmak ve sonuç olarak da; Türkiye’nin bu filizlenen soğuk savaştaki konumunu analiz etmek,bu konum içinde ne yapması gerektiğini,ileriki dönemlerde kendini hangi cenahta ve hangi rolde konumlandırmasının Türk halkı için, sosyoekonomik açıdan, daha hayırlı olabileceğini düşünmek de gerekir.Bu sıraladıklarımızın hepsi hakkında bir şeyler karalamak mümkündür.Ama mevzu bahis Türkiye olunca insan yine tıkanıveriyor.Yine daha fazla düşünmek ve tartmak,önerilerde diyalektik bakış açısına daha bir sarılmak gerekiyor.Çünkü ülkenin içinde bulunduğu karmaşık durum da ortada; 1947’deki “Marshall Yardımları”ndan bu yana Türkiye’nin bu tür kavgalarda,belki bir Kıbrıs Barış Harekâtı müstesna, kimden yana durduğu da ortada.
47’de Harvard Üniversitesi’nde ABD dışişleri bakanı George Marshall, ismiyle anılan planı açıkladığı gün -içlerinde Türkiye’nin de bulunduğu- 16 Avrupa ülkesine 12’şer milyar dolar dağıtılması işinin reklamı olsun diye bulunmuş slogana bir bakın: “What ever the weather, We must move together/Hava ne olursa olsun, biz beraber hareket etmeliyiz”.
Belki olması gereken yeri değil ama ,ne yazık ki, durması muhtemel yeri bize anlatıyor.

31 Ağustos 2008 Pazar

Fırsat Maliyeti...


Öncelikle bu geceden itibaren ruhunu hissedeceğimiz mubarek ramazan ayının hayırlara vesile olmasını dilerim. Öyle bir ay ki herkesin herşeye bakışı değişiyor farklı bir tad bırakıyor ruhlarda. Hele şimdilerde şu sıcaklar hala kendini hissettirirken, günler hala muazzam derecede uzunken birde halen tatilde olduğum gerçeği ile huzurluyken bu fırsatı değerlendirmek için bekleyen şeytana gün doğuyor ve "nası olacak bu sıcakta ramazan" diye veriyor vesveseyi... Allah hayırlı ramazanlar nasip ettsin. Az önce fırsattan bahsettim,şeytana verilmiş bir fırsat, bizlerin farkında olmadığı bir çok fırsat...Pek farkında olmasakta birçok fırsatı elimizden kaçırdığım olur hep hayatta, ekonomide. Blogumun başlığını "fırsat maliyeti" koydum. Kaçırdığımız fırsatların farkında olalım diye ekonomide. İşte bu yazımda blog başlığımı tanımlıyorum
Fırsat mailyeti, aslında iktisatın temel bir teorisinden yola çıkılarak elde edilir.Kıt kaynaklarla sonsuz ihtiyaçlarımızı karşılamak için elinden geleni yapan iktisat bize bir de bazı fırsatları nasıl da harcayabildiğimizi anlatmaya çalışmıştır. Fırsat maliyetinin bir çok tanımını bulabilirsiniz, ama özü olarak fırsat maliyeti, bir malı/hizmeti elde etmek için başka bir maldan/hizmetten vazgeçme maliyetidir. Bu durumda bir malı kullanıyorsunuz ancak diğer bir maldan vazgeçiyor ve onun size sağlayacağı avantajları göz ardı ediyorsunuz.Şöyle bir bakın yaşama insan ne kadar çok şeyden vazgeçiyor aslında. Devamlı tercihlerin söz konusu olduğu bir yaşamda heralde vazgeçtiklerimizin maliyetini ortaya koymaya çalışsak kazandıklarımızdan daha uzun bir listeye sahip olurduk. Fırsat maliyetini daha iyi anlayabilmek için bir örnek verelim; Örneğin Amerika Irakta nükleer silah olmadığını kabul etmiş ve savaş açmak yerine kendi ülkesinde barışı korumayı tercih etmiştir. Bunun Amerikaya maliyeti; Petrol fiyatlarının yükselmemesi, binlerce sivilin ölmemesi ve Irakın sonsuza dek demokrasiden yoksun yaşaması (!) gibi bir çok sonuç sıralanabilir bir tek sebebe karşılık.
Yaptığımız bir çok tercihin elbette bir çok alternatifi vardır mutlaka. Asıl olarak burda önemli olan tercih edilen mal/ hizmet ya da durumun sağlayacağı fayda,kazançtır.İktisatçılar arasında yaygın bir söz vardır "Bedeva öğle yemeği yoktur." diye. Yani size ısmarlanan bir yemeğe koşarak gidebilirsiniz ama bu esnada bir çok fırsatın da maliyetine katlanmış olursunuz. Fırsat maliyeti iktisatta en sevdiğim konudur, fazlaca düşünüldüğü zaman zararlarıda olabilir. Her seçimde defalarca düşünmeye, fayda analizi yapmaya, hayatı çekilmez kılamaya sebep olabilir ama neden vazgeçildiğini bilmek ya da vazgeçilen durumun farkında olmak açısından haz da verebilir.
Şimdi bloguma bir de bu gözle bakıldığı zaman ; blog başlığımı "fırsat maliyeti" koydum çünkü yazdıklarımı okuyanlar başka bloglarda yazılanlardan ya da okumak için ayırdıkları esnada yapacakları başka işlerden vazgeçiyorlar farkında olmadan bu da bir maliyete sebep oluyor. Faydası tartışılabilir tabii.Fırsatları doğru değerlendirmeniz dileğiyle...

19 Ağustos 2008 Salı

Ne Alemdeyiz?


Rekabetin Müthiş boyutlara ulaştığı küreselleşen bir dünya... Hayal bile edilemeyecek gelişmeler, insanların haal gücünü zorlayan yeni ürünler, birbirinden pazar kapmak için hertürlü yola başvuran dev şirketler...Tüm bunlara birde eksik kalan devlet desteğini ekleyin. Alın size rekabet edemeyen Türk firmaları... Aslında hiç birinin devleti suçlamaya hakkı yok diyorum bazen. Yabancı yatırımcı desteğiyle ayakta durabilen bir kaç büyük şirket haricinde dünyaya nam salmış bir dünya devimizin olmayışı içler acısı. Peki onlar bunu nasıl yapıyorlar? Bizde çalışanların işi basit aslında.( Devlet memurlarına hiç değinmiyorum yoksa işin içinden çıkamam.) Bahsetmek istediğim çalışma koşullarından ya da sıkıntılarının yok olduğu falan değil sadece işe olan ilgileri. Sabah vardiya kartını basar başlar işe. Önce iş arkadaşlarıyla bir kaç hoşbeşten sonra rutin işleri yapar öğle yemeğinden mümkün olduğu kadar geç dönmemin yolunu en kısa sürede keşfeder, eğer başında işi öğretmekten kaçan ya da " aman öğrenirse gençtir benden daha enerjiktir yerimi ona verirler işsiz kalırım" düşüncesine hakim bir şefin varsa en ufak bütün dosyaları onun başına yıkıp paydos zilini bekleriz. Eğer işlerin yoğun olduğu bir dönem ise de " aman çok yoğunuz bugünlerde" der yakınırız. Sadece çalışanlar mı hele birde başınızda vurdumduymaz bastonu parlamaya başlamış, bilgilerine artık sadece kütüphanelerin tozlu raflarında raslayabileceğiniz bir yöneticiniz varsa ohh değmesinler keyfinize... Nasıl olsa balık baştan kokar!
Dünyayı ele geçirmiş şirketlerde ise durum tam tersi. Eğer işinin hakkını veriyorsan, doğru kararları doğru zamanda uyguluyorsan, yeni fikirler senden çıkıyorsa hele ki risk senin vazgeçilmez heyecanın ise işte sen vazgeçilmez bir yönetici yada çalışansındır. Dünya devi bir arama motoru çalışanları mesai saatinden sonra yeni fikirler için toplanıp ya bir kafede ya da bir çalışanın evinde tartışıyorlar hemde hiç bir ücret talep etmeden. Daha ilginci var... Bir oyuncak üreticisi firma yöneticileri mesai saatinden sonra oyuncak parkında oyunlar oynayıp yeni ürünlerinin nasıl olması gerektiği konusunda fikir edinmeye çalışıyorlar.Ücret mi? İşlerini o kadar önemsiyorlar ki ücret değil onların derdi başarı ya da ürünlerinin dünyada milyonlarca insana ulaşmasının verdiği haz...
Şimdi diyeceksiniz ki bizde geçim derdi var, bizimde milli gelirimiz o kadar olsa bizde öyle yapardık. O zaman bende şunu diyorum; acaa her çalışanımız yaptığı işin hakkını verse, düşündüğü sadece para değil başarı olsa, çalmak yerine kazanmayı hedeflese kim tutar bizim "çılgın girişimciler"i?

Not: Tüm bunların gerçekleşebilmesi için herkesin düşüncelerini yeniden gözden geçirmeli yeniden aile,kardeş, vatan kavramlarını kazanabilmeliyiz. Bununla ilgili de bir yazı yazacağım inşaallah...

9 Ağustos 2008 Cumartesi

Para Para Para !!!



Paranın neden bu kadar önemli olduğunu hiç düşündünüz mü? Bu yazıyı okurken lütfen para olgusunu ne dini açıdan ne de duygusal açıdan düşünün. Ekonomik bir kavram olarak hatta ekonomimin temel taşı olarak ele alacağım. Bir çok ihtiyacımızı gidermek için kullandığımız, her gün kazanmak için fedakârlıklar yaptığımız, geleceğe güvenle bakmamızı sağlayan, sıkıntılara neden olan hatta daha da ileri giderek ölümlere yol açan kağıt parçası; para. Bir çoğumuzun konuşurken “ ne var canım elimin kiri” dediği ama olmadığı zaman o kiri aradığımız kağıt parçası. Ekonomik açıdan para hem bir çok şeyin nedeni hem de sonucudur. Bir şeyin para olarak nitelendirilebilmesi için; değişim aracı olması, tasarruf edilebilmesi, bir değeri ifade edebilmesi, kabul görülmesi gibi birkaç fonksiyonu yerine getirebilmesi gerekmektedir.

Paranın en önemli fonksiyonu şüphesiz tasarruf edilebilmesidir. Tüm kaygılarımıza karşı bir garanti teşkil edebilir. Ya da paranın üzerinden para kazanmak için kullanılabilir. Herhalde hepimizi korkutan şeyde paranın değer kaybetmesidir. Yani enflasyon. Kullanılan para miktarının üretilen mal miktarına yani arza oranla bir fazlalık, artış göstermesidir. Bu durum da elimizde ki para ile eskiye oranla daha az ürün/hizmet alırız.

Asıl olarak paranın bu kadar değerli olmasını sağlayan onu bu kadar öncelikli hale getiren ona duyulan güvendir. Daha doğrusu paranın temsil ettiği devlete, ekonomiye duyulan güvendir. Döviz kurlarının bu kadar hareketli olması, fiyatların bu kadar değişimlere sahne olması aslında hep ona duyulan güvenden kaynaklanmaktadır. Eğer bir para birimine güven duymuyorsanız ona nazaran size güven veren başka bir para birimini tercih edersiniz. Dolayısıyla talebi artan paranın değeri yükselir. Eğer ülkedeki herkes başka bir para birimin tercih ederse bu durumda “tam para ikamesi” ortaya çıkar. Artık para biriminizin bir anlamı yoktur çünkü herkes başka bir para birimi kullanmaktadır, itibarı daha fazladır, daha fazla güven vermektedir. Doların bu kadar kıymetli olması, şu an ki durum için konuşmuyorum genel olarak, her ülkede kullanılması, tasarruf aracı olarak kullanılması da o ülkeye duyulan güvenden ve ülkenin merkez bankasının para basmakta daha tedbirli davranmasından kaynaklanmaktadır. Aslında kabul etsek de etmesek de gencinden, yaşlısına, karşıt görüşlüsünden, haklı görene herkes Amerika’ya güveniyor. Hepimiz bir sabah kalktığımız da haberlerde “ “dolar” tedavülden kaldırıldı, yerine “yolar” var artık” diye bir haber duymayacağımızdan eminiz ama aynısı Libya söz konusu olduğunda bu haberi duyabiliyoruz.

Aslına demek istediğim tek şey var. Tüm bu parasal hareketlikleri belirleyen, ona daha çok veya daha az ürün/hizmet aldıran bizim, bir bütün olarak, ona bakış açımız, ona verdiğimiz önemdir.

28 Temmuz 2008 Pazartesi

Ekonomi Tekerrürden ibaret midir?





Cumhuriyet tarihi boyunca toplam 15 kriz geçirmiş bir ülke ekonomisi... Hem de çoğu ortak nedenlere sahipler. Buna rağmen 13 yıl ardı ardına büyümeyi başarabilmiş. Ortalama her 5 yılda bir kriz görüyoruz. Her krizde oyuncular değişse bile yapılan hatalar, yanlış çözüm arayışları, umulmadık yerlere bel bağlanması yani seneryolar hep aynı olunca 5 yılda bir kriz beklememiz olağan olmuş artık. Nedenler basit aslında Türk Lirasi değerleniyor ihracat gelirlerimiz düşüyor cari açıkığımız fırlıyor, borç ödeyemez duruma geliyoruz. Enflasyon birden sevimsiz yüzünü göstermeye başlayınca işsizlik artıyor ve birbiri ardına kapanan şirlketler batan bankalar aracı kurumlar...

Peki ya kriz dönemlerinde çıkarcı politiklarla kısa vadeli çözümler üreten hükümetler, yanlış özelleştirmeler, uzun vadeyi göremeyen para politikaları, mali tedbirler ile çözemedikleri krizi ortalama 5 yıl sonrasına erteliyorlar.

Şimdi dış ekonomik çalkantılar, gittikçe çıkmaza giren Amerika onu devamlı besleyen Çin ve tüketemeyen AB'ye bir de içerde Ergenekon ve AKP kapatma davası eklenince işler gittikçe içinden çıkılmaz hale gelmeye başladı. Şimdi krizden bu yana piyasaya para vermeyen MB artık piayasaya para akıtmaya başladı yani likitemiz artıryor. Henüz enflasyonist bir baskı oluşturmyor ama durum 2001 Şubat krizine yaklaşmaya başlayınca insanın içi ürpermiyor değil.

Tüm bu yaşananların ardından asıl soru gündeme geliyor;

"Acaba ekonomi tekerrür mü ediyor?"