Türkiye ekonomisi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Türkiye ekonomisi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

30 Ocak 2015 Cuma

Merkez Bankası Baskılara Yenik Düştü


                                             
Erdem Başçı ekonomi tarihimizin en önemli Merkez Bankası Başkanlarından biridir. Hem küresel kriz dönemini iyi bir şekilde yönetmiştir hem de fırsata çevirmiştir. Hem faizleri çeşit çeşit sunmuş kaçacak nokta bırakmamış hem de enflasyonla mücadele etmiştir. Kabul görmüştür. Olmaz denileni yapmıştır.

Ama son açıklamaları şaşkınlık yarattı. Salı günü enflasyon raporu yayınladı. Çıktı basının karşısına enflasyonu düşüreceğiz. Son 45 yılın en düşük seviyesine getireceğiz. Dedi.  Zaten önemli olan bu değil mi? Merkez Bankası’nın ana amacı “fiyat istikrarını sağlamak” değil mi? Taktir ettik. Sağlam duruş sıkı duruştur dedik. Son toplantıda politika faizinde sembolik düşüş yaptı. Koridora dokunmadı. Bağımsızlık diyemedi. Özerklik yeter dedi. Normaldir. Baskıdan kurtulacak dedik. Ve çekincesinin kur olduğunu herkes biliyordu.

Salı günü ise gelen bir soruya hiç beklenmedik bir cevap verdi. Enflasyon 1 puan düşük gelirse 4 Şubatta toplanır faiz indiririz dedi. Dünyanın hiçbir yerinde Merkez Bankası başkanı böyle bir açıklama yapmaz. Yapamaz. Bu piyasaya müdahale etmektir. Hem de kendi politikasının aksine. Hem kurdan korkacaksın hem de daha ortada hiçbir şey yokken çıkıp faiz indirebilir diyeceksin. Hem koridora daha 15 gün önce dokunmayacaksın hem de çıkıp 50 baz puan bile indirebiliriz diyeceksin.
Dedi. Ve kur 2.42 oldu. Rekor yüksek seviyelere çıktık. Yüzde 2.5 değer kaybeden TL oldu. 2 günde. Bir ülkenin para birimi bu kadar mı itibarsızlaştırılır. Yıllarca emek verilen politika bir gündü bu şekilde çöpe mi atılır?

Şimdi 3 Şubat’ta enflasyon rakamları açıklanacak. Beklendiği gibi 1 puan düşük gelirse faiz indirimi yapılacak. Kur 2.50 olursa ki oldukça yakın. Döviz satım ihalesiyle mi söndürülecek ateş? Bu rakamlar enflasyonu yeniden yukarı çekmeyecek mi? Kaldı ki faizden kazanılan para yok bu ülkede. Bu ülkede parayı götüren dolardan götürdü zaten. Yabancı yatırımcı faiz düştü hadi doğrudan yatırım yapalım mı diyor? 1 yılda alacağı faizi zaten kurdan kazandı 2 ayda. Kur yükseldi benzine zam geldi. Yani söylemlerin faturasını ödeyen bu ülkenin vatandaşları oluyor.

Siyasi baskı Merkez Bankası’nı çok büyük bir hataya sevk etti. Faturası ağır olabilir. işler kötü gidince yeniden olağanüstü toplanıp faiz artırmak nasıl bir izlenim bırakacak ?  İtibarı kazanmak zor olacaktır. Çünkü ülkeye girecek yatırımcı önce Merkez Bankası’nın bağımsızlığına bakar.

24 Aralık 2014 Çarşamba

TCMB FaizSİZLİK Kararı





Merkez Bankası bugün yılın son faiz kararını açıklayacak...
Son dönemde politika "bekle-gör" olarak belirlenmişti. özellikle FED'in varlık alımlarını bitirme kararının ardından dolardaki değerlenmeye karşılık içeri de faiz indirimi baskısı oluşunca MB en iyi yolu tercih etti ; hiç bir şey yapmamayı. buna da "bekle-gör" dedi...

Uluslar arası piyasalarda dolar hızla değer kazanırken FED'in çıkış stratejisine karşılık gelişmekte olan ülkeler ve enflasyonu canlandırmaya çalışanlar bazı önlemler aldılar. Faiz MB'nın en önemli silahı.. içeri de ise siyasi erk baskısı MB'nı zor durumda bırakabiliyor.

Bu toplantıda da herhangi bir karar çıkmasını beklemiyorum. Faizlerde değişiklik yapmadan sıkı duruşun süreceği mesajları verilebilir. Bu da kurda bir miktar değer kaybına sebep olabilir. Ancak bu sıkı duruş ne zamana kadar devam edecek?

Genel görünüme baktığımızda enflasyon halen yüksek, cari açık geçici süre düşmüş görünüyor. kurun rekor seviyelerde seyretmesi maliyetimizi artırırken, büyüme rakamlarımız düşük gelmeye devam ediyor. Tam bir ekonomik veri karmaşası... Ancak işin özeti şu... 2008 sonrası gelişmekte olan ülkelere akan paranın sonuna geldik. para evine "ABDYE" dönecek. Bu durumda MB gidenlere dur demek için faiz vermek zorunda. tabi siyasi baskıyı atlatabilirse...

Ayrıca faizlerin sembolik olarak düşürülmesi de bir anlam ifade etmiyor. sonuç olarak reel faizlerde bir değişiklik yok. kredi maliyetiniz halen aynı. bankaya gidip kredi aldığınızda halen yüksek faiz ödüyorsunuz. tahvil faizlerinde gerileme yok. yani faizler zaten yüksek... O zaman politika faizini düşürüp piyasaya sembolik mesajlar vermenin bir anlamı yok.

Karar 14:00'te açıklanacak. Sıkı duruş devam ediyor. Enflasyonda iyileşme bekliyoruz. Petrol fiyatlarındaki düşüş işimize geldi. Dış gelişmeleri yakından takip edeceğiz... Yani ECB artık al devlet tahvilini kendini de kurtar bizi de...

28 Aralık 2008 Pazar

Bir Yiğidin Öyküsü


Yıl 1929… Dünya büyük bir krizle tanışıyor. Tanışıyor diyorum çünkü kriz asıl kendini 1930 yılında gösterecek. Hele ki sanayileşmiş ülkelerde… Evsiz ve işsiz kalmış insanlar, sefaletin hüküm sürdüğü bir ortam… Büyük Buhran’ı birçok nedene dayandırmak mümkün elbette. Gelir dağılımındaki adaletsizlik, ürettiğin satamayan girişimciler ( ki buna birde asıl sebebin satılamayan ürünler olduğu anlayışına çözüm olarak gümrük duvarlarının çekilmesi eklenince ihracat yapma olasılığı da ortadan kalktı), yolsuzluklar, bozuk mali yapı, “bırakınız yapsınlar” anlayışı.

Birçok açıdan benzerlikler söz konusu şimdiki durumla. Hele ki bozuk mali yapılar,gelir dağılımı adaletsizliği, denetimlerin ve yasaların yetersizliği ve de yolsuzluklar… Ancak Büyük Buhran kadar korkutmuyor bu kriz piyasa aktörlerini sebebi ise zamanında müdahale ve Merkez Bankalarının gözünü kırpmadan akıttıkları paralar. Ekonomiler “harcayınız, paranızı yemekten çekinmeyeniz” sloganlarıyla yeniden canlandırılmaya çalışılıyor. Hatta geçtiğimiz haftalarda Merkez Bankları “ harcamazsanız bizden bir şey beklemeyiniz” dercesine faizleri “sıfır seviyesine” çektiler. Artık paranın bir tasarruf olarak elde tutulması bir anlam ifade etmiyor. Elinizde kaldıkça değer yitiren harcadıkça değerlenen bir araç halini aldı şimdilerde para… Öyle ki bu faiz seviyelerinde paranızı bankaya yatırdığınızda kesintiler ile zarar edecek duruma gelindi. ABD’nin başlattığı ve tüm ülkelerin karşılık verdiği “faiz indirimi yarışmasına” Türkiye’de katıldı. Ama yine de sıralamada halen İzlanda’nın ardından en yüksek faizi veren ikinci ülke konumundayız.Ancak İzlanda’nın finans sisteminin çökmesi ile daha cazip bir ülke durumunda Türkiye. (Acı bir not : Verilen bu faizlerin uzun vadede Türkiye’ye maliyeti çok yüksektir. Bırakın kazanç sağlamayı verilen bu faizlerin maliyetleri alınan paraların iki katının geri ödenmesi şeklinde olabiliyor. ) Tabi bankalar da bu durumdan yararlanmak için yeni finansal enstrümanlar için düğmeye bastılar. Japonya’da faizlerin yok denecek kadar az olması nedeniyle ( 0.30 ) ellerindeki paraları bir anlam ifade etmeyen Japon işçilerin paralarını çekebilmek için onlara özel “kağıtlar” çıkarılıyor. Kur riskinin büyük bir bölümünün gerçekleştiğini düşünürsek ekonomimiz“carry trade “ cenneti olmaya devam ediyor. Bunun anlamı düşük faizli Japonya’dan borçlanan işçilerin ( sadece işçiler değil tabi ki ) Türkiye’de paralarına para katması. Enflasyon hedeflemesi sebebiyle ( ne kadar geçekçi olmasa da ) çok fazla faizlerin indirilemeyeceği görünmektedir. Politikayı kötülemek niyetinde değilim. Krizi az zarla yaşayan ülkelerden olduğumuz inanıyorum. Ancak düşünmeden de edemiyorum. Farklı stratejiler izlenemez mi? Başka bir yol yok mudur? Sıcak para daha ne kadar içimizi yakmaya devam edecek?

(Birde krizi fırsat bilip işten çıkaranlara sözüm var. Bu şirketler sadece ortamdan faydalanmaktadırlar, tekrar işe alımlarda çok büyük avantajlarla çıkardıkları işçileri alacaklar. Oysa o şirketleri o konuma getirenler sadece üst kademe yöneticileri değil. Hatta onları üst kademe yöneticisi yapanlarda yine bugün işsiz bıraktıkları garibanlardır… “Vefa”yı krize kurban mı verdik? Asıl şimdilerde güvenme, çalışma zamanı, saklanma zamanı değil… )
“Borç yiğidin kamçısıdır” anlayışıyla yiğit bir milletin sırtına sırf yiğit diye, devletinin arkasında diye, ekmeğini taştan çıkarır faiz borcunu öder diye, kriz yokken bile kriz varmışçasına yaşamayı bilir diye bu yükü sırtına vurmak ne derece doğru?

Bu “yiğit” millet gün gelir yiğitliğinin farkına varır… İşte o zaman hesap soracaktır…

15 Eylül 2008 Pazartesi

Büyüyelim Artık !!!


Ekonomide şüphesiz her kesimi sevindiren en iyi haberlerdendir “büyüme”. Ekonomide gerçekleşen büyüme hepimize büyük bir umut ışığı yakar. Çünkü uzun süredir büyüme nedir bilmeyen bilse bile faydalarını göremeyen hep imrenerek baktığımız bir olaydır, böyle olunca da “ah bizde bir büyüyebilsek” deriz. Ben büyümeye iki anlamda bakıyorum.Hem ekonomik olarak büyüme hem de gerçek anlamda bir çocuğun gelişmesi, büyümesi anlamında.Öyle ya ne de olsa “biz bir aileydik” bizimde büyümemiz gerekiyor. Uzun bir geçmişe sahip olan ve hiçbir zaman geçmişinden utanmayan sahip çıkmasını bilen bir vatandaş, vatansever olarak her zaman geçmişi düşününce içim az da olsa “cız” etmiştir. Geçmiş demek hem ekonomik anlamda hem de siyasi anlamda bir çok tecrübe, gözü açık olma, kendini kollayabilme, kime nasıl davranacağını bilme demektir.Ancak muhteşem olarak nitelendirdiğim mazimizden gelen tecrübelerimizi pekte iyi değerlendiremiyoruz. Siyasi anlamda çok farklı ve her biri kendi yöntemiyle bizi köşeye sıkıştıran güçlere siyasetçilerimizin günü kurtarmak için uyguladıkları politikalar eklenince henüz yaşını doldurmamış bir ülke gibi hareke eder ve muamele görür olmamız beni biraz üzüyor.

Ekonomik açıdan son yıllarda dünyada yaşanan gelişmeleri eskiye nazaran iyi takip edişimiz ardı ardına büyüme haberlerimizi sıklaştırdı. Oysa pek çok ekonomist bunu sadece suni bir büyüme olduğunu vurguluyor ve gelecek için dünya büyüme trendini geride bırakıyor diyordu. Bugün geldiğimiz noktada ise bu tahminlerin pekte yanılmadığını görüyoruz. Yılın ikinci çeyreğinde sadece 1.9 büyüyen ekonomimiz beklentilerin altında gerçekleşerek zorlu günler geliyor mu acaba dedirtmeye başladı.


Büyümeyi etkileyen en büyük faktör ise emek ve sermaye artışı buna ek olarak bazı iktisatçılara göre verimlilik artışı da büyümeyi etkilemektedir. Ancak bu tür büyümeler her türlü ekonomik koşuldan kolaylıkla etkilendiği için uzun süre büyüme trendini koruyamamaktadır. Oysa sistemde Ar-Ge'ye, beşeri sermayeye, eğitime önem vermenin, kurumsal alt yapıyı yeterli hale getirmenin ve bilgi ekonomisine, bilgiye gereken değeri vermenin önemi büyüme üzerinde etkisi bakımdan her geçen daha iyi anlaşılmaktadır. Bu yolla hem yapılan yatırımlar hem de elde edilen gelir garanti altına alınabilmektedir. Oysa bugün gerçekleşen ekonomik büyüme geliri adil bir şekilde dağıtamamakta sadece en zengin yüzde 20 yi daha da zengin hale getirmektedir. Geriye kalan yüzde 80’e ise hiç bir şey kalmıyor. Milli gelirin yaklaşık yarısının üst gelir düzeyi tarafından kullanıldığını unutmamak gerekir. Buna bağlı olarak işsizlik oranlarımızda pek iç açıcı değil. Oysa büyüyen bir ekonomi işsizlik açısını kapatabilmelidir. Ancak bizde tam tersi bir durum söz konusu u durumda işsiz olan bir insanın büyümeden bir pay alması beklenemez. Büyüme oranımızın hesaplanmasında da bizi yanıltıcı bazı uygulamalar söz konusu. Milli geliri dolar bazını izleyişimiz bazı sorunları da beraberinde getiriyor. Dolar uluslar arası düzeyde değer kaybediyor ancak her geçen gün artan milli gelirimiz diğer yıllara göre bu düşük dolar kuruyla hesaplandığında bir önceki yıllara göre muazzam derecede büyüdüğümüz ve gelirimizin arttığı sonucuna varılıyor oysa nominal olarak gerçekleşen bu artış sadece kağıt üzerinde hava atmamıza ya da siyasetçilerin oy isterken daha zorlanmamalarına yol açıyor.


Bunlara ek olarak bir çok neden sıralanabilir ama ben lafı fazla uzatmadan hem ekonomik anlamada hem de siyasi anlamda hepimize çok iş düştüğüne inanmaktayım. Yakın zamanda yeni bir yaşa daha girecek bir ülkeye sahibiz ama bu demek değil ki ileriye atılmak için çok erken. Enerjisini maalesef topluma hiçbir katkısı olmayacak “gündem” ile harcayan, kim nerde ne yapmış gibi saçma haberler ile özentiliğin boyutlarını aşarak kendine zarar veren bir toplum haline dönüşen, bir zamanlar etki ettiği bir dünyada artık sadece “savaşta yenilmeyecek ama yönetilecek” bir toplum olarak nitelendirilen ailem “Büyüyelim Artık!!!”.

24 Ağustos 2008 Pazar

Biz Bir Aileyiz...


Ekonomi... İşler yolunda gittiği zaman hepimizin ilgi alanı, mutluluk sebebi. İşler yolunda gitmediği zaman ise haberlerin izlenmeyen tek bölümü...Aslında birçok kişi ekonomiden konu açıldığı zaman ya konuyu değiştirmek için bir sebep bulur ya da ortamdan uzaklaşır. ( kanak değiştiriri) Gerekli tedbirler alınmadığı zaman buz dağının görünmeyen yüzü kadar tehlikeli, uzaktan ise her zaman muhteşem manzarasıyla etkileyici...Konuya bir de şu açıdan bakalım, basit bir şekilde hayal gücümüzü kulanarak anlamya çalışalım.
Büyükçe bir aile düşünün. Ailenin her bir bireyi kendi alanında ya girişimlerde bulunuyor ya da bu girişimcilerin yanında çalışıyor. Üretiyor... Sonra üretilen bu ürünler belli bir değişim aracı (para) karşılığında alınıp satılıyor. Ya da takas ediliyor da diyebiliriz. Bir de bizim bu büyükçe ailemizin başında ailemizle ilgili kararlar için yetki verdiğimiz, saygı duyduğumuz ( en azından seçenlere saygı duyduğumuz) güvendiğimiz biri var. Biz ona kısaca "baba" diyoruz. Bazı müdahalelerde bulunuyor işlerimize. Ne kadar üreteceğimizi belirliyor, borç karşılığında para veriyor, bazen bizden borç alıyor, kendini finanse edebilmek için kazandıklarımızdan ya da harcadıklarımızdan kesintiler yapıyor. Böylece dengeleri sağlamaya evde daha huzurlu bir ortam oluşturmaya çalışıyor.Tabi sorumluğu evin içersindeki huzur değil, bir de komşumuzdan gelebilecek yaralar ya da zararlara karşı tedbirler almaya çalışıyor. Hatalar yapıp payımızı onlara kaptırdığıda olmuyo değil hani.( Bu konuyla ilgili de yazmıştım. )Bazende kendine yakın evlatlarına bazı ayrıcalıklar tanıdığıda oluyor. Mesela bir evladının sırf medya gücünü göz önünde tutarak bir şirketinin veri borcunu silebiliyor.Var mıdır bir bildiği zaman gösterir ama lafından çıkmıyoruz biz yine de... Ne de olsa baba, evin direği...
Tabi bu dengeleri bazen evin yaramaz söz dinlemez kendini uyanık sayan çocukları bozuyor olabilir. Kesintilerini saklayan, kazanıpta kaznamıyormuş gibi gösteren, borç alıpta geri vermeyen, ev ahalisini kandırıp paraları alıp komşuya kaçan...Yine de her ne olursa olsun döndüğümüz tek yer "baba ocağı".
Birde bireyleri tek başına düşünün. Üretiyor,harcıyor,işbirliği yapmıyor dengeler ise umrumda değil. Ekonomide bireylerin tek başlarına hiç bir anlamları yoktur. Tek başına; önemsemeyen, katkısı olmayan dolayısıyla hiç bir işe yaramayan insan... Oysa toplu olarak hareket edebilen yani ulus kavramını anlayıp bir amaç etrafında toplanabilen toplumlar daha kolay gelişebilmekte.Marketten aldığınız bir ekmek ya da kurduğunuz bir fabrika burda çalıştırdığınız onlarca, yüzlerce insan hepsi ekonomimizin birer parçası olmazsa olmazı.Bu arada en son bizim ailenizn hedefi neydi haturlıyor musunuz?
Hepsi bir arada düşünüldüğünde herbirimizin kazanabilmesi için unutmamamız gerekir; "Biz Bir Aileyiz..."

17 Ağustos 2008 Pazar

Marka Çılgınlığı...


Marka nedir? Benzer ürünlerin/hizmetlerin başkalarının ürünlerinden/hizmetlerinden ayırt etmek amacıyla kullanılan ya da belirli bir hizmetin sunulması sırasında kullanılan “ayır edici işaret” olarak tanımlanmaktadır.
Marka etrafımızda gördüğümüz her şeydir. Ancak halk arasında “marka nedir?” sorusuna genellikle pahalı ürün ya da hizmetlerin isimleri cevap olarak verilmektedir. Ayrıca marka ilk olarak hangi ürün adıyla çıkmışsa ürün o marka ile genelleştirilir ve ürünün adı marka olarak değiştirilir. Örneğin “nescafe” “selpak” gibi. İkisi de birer marka olmasına rağmen halk arasında ürünün kendisi olarak algılanmakta ve bir genelleştirmeye gidilmektedir. Bu durum üretici veya satıcıların elbette çok işine gelmektedir. Böylece ünlerini daha kolay pazarlayabilmekte ve pazarda büyük abi rolünü oynamaktadırlar.

Marka algısındaki en büyük sorun ise şüphesiz pahalı ürünlerin marka olarak isimlendirilmesidir. Ayrıca ürünün pahalı olması yetmez hale gelmiş eğer ürünün yabancı bir isme sahipse pazarlanması daha da kolaylaşmıştır. Çünkü algımız öyle bir değişmiştir ki yabancı isimler daha cazip, gösterişli adeta kusursuzluk abidesi olmuşlardır. Bu durum sosyolojik sorunların ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Giydiğimiz kıyafetten, bindiğimiz arabaya, yediklerimizden, oturduğumuz mahalleye kadar hatta tatillerde gittiğimiz mekânlara kadar her şey marka olarak sınıflandırılmakta bu da sosyal sınıfların oluşmasına neden olmaktadır. Şöyle bir etrafınıza bakın artık oturduğumuz mahalleler bile sınıflara ayrılmış. İnsanlar artık kişilerin oturdukları mahallelere göre davranır olmuş. Şehirlerde mahalle isimleri insanların sosyal statülerine göre algılanır durumda… oysa o kazancı elde etmek için ya da algılanan ve önem verilen şekliyle o markayı alabilmek için nasıl gelir elde edildiği hiçte önemli değildir. Tam Nasrettin Hoca hesabına dönmüşüz “Ye kürküm ye!!!” Hele ki giyim tarzı o kadar önemli hale gelmiş ki nerdeyse marka giymeyen insanlar dışlanır olmuş arkalarından kıyafetleri hakkında eleştiriler yapılmaya başlanmış. Herhangi bir şey alırken bizim için önemli olan markasının görünecek kadar büyük olup olmadığı… eğer marka göz önündeyse başkaları tarafından görülebiliyorsa sorun yok gönül rahatlığıyla alınabilir.ne de olsa o marka sayesinde insanlar içinde ir yer edinebilecek saygı görülecektir. Yani hiçbir insani değer yakın zamanda markanın önüne geçemeyecek galiba. ( durumun şu an için böyle olduğunu umuyor.) Alınan ürünün sağlıklı olması, kalitesi ve bana göre en önemlisi kimlerin bu üründen para kazandığı daha fazla önem arz etmesi gerekirken tam tersine bu tür ürünlerin paralarını nereye aktardıkları önemsiz hale gelmiş. Bu durumda o paraların harcandıkları her yerden biz de bir miktar sorumlu değil miyiz?

7 Ağustos 2008 Perşembe

Ah Şu Cari Açık -2- ( Özel sektör )



Geçen yazımda bahsettiğim cari işlemler açığının kapatılabilmesi için yapılması gereken elbette çok şey var. Öncelikler iş devletin uygulayacağı ekonomi politikalarında. Cari açığı etkileyen faktör ekonomik büyüme, bu durum da ekonomik büyümeyi azaltmak faiz politikalarında değişiklik yapmak gerekebilir. Ancak ekonomik büyümeyi azaltmak çare olmaz çünkü halen kişi başına gelir düzeyi gelişmiş ülkelerin çok altında işsizlik düzeyi yüksek seyretmekte ve geç ve dinamik bir nüfusa sahip bir ülkeyiz. Bu yüzden gelir düzeyimizi artırmak zorunda yani büyümek zorundayız. Reel sektörden beklenen verimlilik artışı cari açığa engel olamıyor çünkü yüksek faiz uygulaması ve para politikasına duyulan güven YTL yi gittikçe güçlendiriyor. Bu durumda ihracatımızı artırmak için yüksek faiz politikasından vazgeçmek ve YTL’nin değer kaybedebilmesi için döviz alımlarını artırmak gerekiyor. Döviz rezervleri artırılarak daha güçlü bir ekonomiye sahip olunmalı. Ancak bu politika bu sefer de düşük enflasyon politikasına ters düşmekte. Her ne kadar merkez bankasının yapmış olduğu enflasyon hedeflemelerini sık sık yukarı çekmek zorunda kalsa da bir zamanlar kronikleşen enflasyon günlerine kimse dönmek istemiyor. Merkez bankası uyguladığı faiz politikası ile enflasyonu düşüremiyor ve her enflasyon hedefini yukarı çekişinde gerek yatırımcıların gerekse halkın gözünde itibar kaybediyor olsa da politika politikadır diyerek sadık kalıyoruz.

Bu kabullenişin ardından cari açıkla mücadele elbette reel sektörün kendi çabalarına kalıyor. Global rekabet ile baş edebilmek için reel sektörün alması gerek önlemler ve bu önlemleri esnekleştirerek her an değişen koşullara uygun hale getirmeleri gerekiyor. O halede Türk üreticisinin yıllarca ek masraf olarak baktığı bu bugün halen zorunlu düzenlemelerle uyguladığı kalite programlarına önem vermeleri gerekiyor. Öyle ki artık fiyatları üreticilerin değil de alanların kendi isteklerine göre düzenlediği bir platformda yarışıyoruz. Mahallenizde bir market düşünün ki ekmeği sattığı fiyatı beğenmiyor yerine siz fiyat veriyorsunuz. Çünkü istediğiniz az başka bir yerden daha ucuza alabilme ihtimaliniz var. Fazla basitleştirilmiş bir örnek belki ama teknoloji üreten ve yenisi çıkmadan pazarlayabilmek için çabalayan şirketler için durum bundan farksız değil. Alternatif olarak global pazarda birbirleriyle yarışan şirketlere rakip olmak yerine onlara ara mal satmak ya da tedarik zincirlerinde yer almak daha mantıklı olabilir. Büyük şirketlerin yanında yer almak diyorum çünkü Türkiye’de yatırımcılar rekabet edebilecek konuma gelebilmeleri için öncelikler maliyetlerini kontrol edebilmeyi öğrenmelidirler. Risk almayı pek sevmeyen ve devamlı fiyatlarını düşürebilmek için kendini kaliteden taviz verme mecburiyetinde hisseden yatırımcılarımız tabir yerinde ise daha çok fırın ekmek yemek zorundalar.( Elbette ki hepsini kastetmiyorum.). Kalitelerinden taviz vermek yerine bunu devamlı hale getirmeli ve markalaşarak daha geniş kitlelere hitap etmeleri gerekmektedir. Özellikle ucuz iş gücü ve daha önce de bahsettiğimiz gibi kur avantajına sahip olan Çin’li üreticilerin rekabet edemedikleri firmaların başında elbette ki kalitesini kanıtlamış olanlar gelmektedir. Ayrıca şirketler verimliliklerini artıracak yeniliklere önem vermek zorundadırlar. Burada bahsettiğim gelip geçici olan ve maliyetlerin bir süreliğine düşmesini sağlayan verimlilik artışı değil ondan ziyade kalıcı olacak ve yeni yatırımlarla desteklenecek olan verimliliktir. Yeni yatırımların da rakipler ile rekabet edebilecek büyüklükte ve tutarlılıkta olması şarttır. Burada Türk girişimcisinin pek sevmediği ve çekindiği risk kavramı ortaya çıkmakta bunun için de devamlı kendini yenileyen ve gündemden kopmadan yeniliklere açık olan girişimcilerin önemi artmaktadır. Teknoloji üretebilen bir ekonomi olabilmek için bu tür girişimcilerin öneminin zaten farkında olmamız gereksiniminin yanı sıra yenilikçi olabilmek için devamlı araştıran ve riskli pazarlara doğru yatırım yapabilen üreticiler sayesinde rekabet ile başa çıkabilir, markalaşabiliriz.

Elbette ki tüm bunların yanında devletin de bu uygulamalara destek vermesi gerekmektedir. Şimdilik sadece girişimcilerin cari açığı azaltmak için alması gereken önlemlerden bahsettim. Madem ki para politikasın da ısrar eden bir merkez bankasına sahibiz o halde kapılara kilit vurup gidemeyeceğimize göre bu global rekabet ile başa çıkabilmeyi öğrenmeliyiz. Zaten burada bahsettiklerim sadece cari açığı azaltmak için değil rekabet edebilecek konuma gelebilmek için gerekenler. Bunun yanında eğer merkez bankası inatla uyguladığı politikasında vazgeçerse burada bahsettiklerimle birleşerek belki de yeni bir Çin olmamızı sağlayabilecek önlemler.

3 Ağustos 2008 Pazar

Ah Şu Cari Açık!!!


Cari işlemler dengesi yani döviz gelirleri ve döviz giderleri dengesi... 2001 yılından sonra iyice bozulmaya başlayan cari işlemler dengesi gittikçe ülkenin başına dert olmaya başlayacak. Aslında pek fark edilmese de şu anda da üzerinde durulması derhal çözüm bulunması geren bir konu. Şimdilik bizde çözümü değil de öncelikle sorunu ortaya koyacağız. Cari işlemler açığı bir ekonomiye giren döviz ile çıkan döviz arasında ki farktır. Bu açık hesaplanırken dış ticaret dengesi ki en önemlisidir, hizmetler dengesi, gelir dengesi ve cari transferler dikkate alınır. Cari açığı etkileyen en önemli faktör ise dış ticaret dengesi dolayıyla döviz kurlarıdır. Bunun yanında açığın nasıl finanse edildiği ayrıca ekonominin rekabet gücü, dış piyasalar gibi diğer etkenlerde söz konusudur. Özelleştirmeler, yabancı sermaye girişi, iç ve dış borçlanma gibi seçeneklerle açık finanse edilebiliyorsa ekonomik kriz yaşanmaz.

Ülke ekonomimiz rekorlar kırarak her geçen yıl cari açığını artırıyor. 2008 yılında cari açığın 51 milyar dolara ulaşması bekleniyor. Ancak halen bu açığı finanse edebildiğimiz için ekonomik kriz yaşamış durumda değiliz. Türkiye bu açığı finanse etmek için özelleştirme ve yabancı sermaye girişlerine başvurmaktadır. Özelleştirmeler ile sabit sermaye girişi sağlanıyor ancak onlarda işe başladıkları zaman yeni teknolojileri ile istihdamı azaltıyorlar. Hani bir atasözü vardır, “ Hazıra dağ dayanmaz.” diye bizimde sonsuza dek özelleştirecek varlığımız maalesef yok. Yabancı sermaye girişleri ise sonsuza dek Türkiye’nin yanında olamayacağı kesin gözüküyor. Adı üstünde sıcak para her zaman sıcak ortamı seviyor.

Cari açığın bu kadar artmasını en önemli nedeni şüphesiz dış ticaret açığının hızla artmasıdır.. İhracat rakamlarımız bugünlerde rekor seviyelere ulaştığı doğrudur. Bir önceki döneme göre yüzde 25’e yakın artmayı başaran ve 109 milyar doları geçen ihracat rakamlarımız dış ticaret açığımıza bir türlü derman olamamaktadır. Çünkü ithalatımız ihracatımızdan daha hızlı bir şekilde artmaktadır. En yüksek ihracatı ise taşıt araçları gerçekleştirmektedir. Bu da gösteriyor ki zaten ihracatı yapan biz değil yine Türkiye’de yatırım yapan yabancı sermayedir. Yani biz pastanın sadece küçük kısmından pay alırken onlar pastayı dışarı taşıyorlar. Kriz döneminden sonra artan yatırım harcamaları ile, teknoloji ve üretim makineleri üretemediğimiz için dışardan almak zorunda kalınca, ithalat rakamlarımız iyice arttı. Ayrıca petrol ve enerji fiyatlarının artması ile bu artışları üreticiler fiyatlarına yansıtamayınca sonuç olarak cari açığın daha da artmasına neden oldu. Aynı zamanda rekabete dayanamayan ucuz işgücüne dayalı üretim yapan ihracatçılar döviz kurları nedeniyle ara mal ve hammadde alımlarında daha çok ithalata yönelmesi ile cari denge açığımız daha arttı.

Krizden bu yana uygulanan yüksek faiz politikası ile Türk Lirası’na olan güven yeniden tazeleniş yerli ve yabancı yatırımcılar ülkeye çekilmede başarılı olundu ve yeniden ekonomi büyüme trendine girmeyi başarmıştı. Ancak unutmamak gerekir ki daha öncede söylediğim gibi yabancı sermayeye güven olmaz.

Tüm bu ekonomik gerçekliklere rağmen yine de insan düşünmeden edemiyor. Acaba Anayasa Mahkemesi’ne “cari açığı kapatma” davası açılsa çözüm olur mu?